izler-yazar

Tek Kaş Tek Kanat

Son kertede, sanki yedi kat bohçanın altında sakladığı en büyük sırrı, korkunç bir ayıbıymış gibi, ısrarla “Bir yara izim var” dedi Frida.

 

frida-kahlo_diego-rivera

Bereket versin, Diego yalnızca bir fildi. Bir öküz değil! “Sen mükemmelsin” dedi ona. Bir iyice bellesin diye belki, belki itiraz edemesin diye defalarca tekrarladı. “Mükemmelsin!” Yara izlerinle mükemmelsin. Kusurlarınla mükemmelsin.

 

Hayatında Diego nev’inden bir adamın olmayışıydı galiba Nina*’nın talihsizliği. Zira, onun insanın ancak kusurlarıyla mükemmel olduğu gerçeğini anlaması nihayetinde hayatına mâl olmuştu.

CJQcpedUcAE9-7Z

“Yaralı Geyik” Frida Kahlo

Frida’nın acısının ruhumdaki aksi ne kadar derinse, aşkının aksi bir o kadar sığ. Halbuki onun aşkı, acısından gayrı değildi. Hem ne demişti Diego’ya: “İki büyük kaza geçirdim. Biri tramvay öbürü sen.” Acısına aşık mıydı bilinmez. Fakat aşkına acıyordu. Kalbinin yaması bedenininkinden ziyadeydi.

Bir erkeği olduğu gibi sevebilecek kadar güçlüydü. Onun sevgisinin olmazsa olmazı sadakat değil, vefaydı. Hem buna hakkı da vardı. Zira Frida, ayaklarını kanattan sayacak kadar vefalıydı.

 

a2663

Ona dair her şeyi sorgulayabilirsiniz. Resmetme kabiliyetini bile. Fakat acıya sadakatini asla.

Hayatında ne varsa hepsinden ziyade acıya sadık bir kadın Frida Kahlo. Bu film tam olarak bu sadakatin çerçevesini çiziyor.

Meksikalı ressam Frida Kahlo’nun gerçek hayat hikayesinin anlatıldığı, Julie Taymor’un yönettiği 2002 yapımı Frida filminde, Salma Hayek itinayla Frida olmuş. Film 6 dalda Oscar’a adayken, makyaj ve özgün müzik dalında 2 Oscar kazanmış.

 

*Black Swan

Standart
izler-yazar

Onurlu Bir Adama Yaşı Sorulmaz

Babası üzerinden okunduğunda klasik bir “Sırlar Dünyası” hikayesi. Fakat Bruno –esas adam- oradayken, bu hikayeyi babası olacak o sefil adam üzerinden okumak zûl gelir doğrusu.

Bruno’nun çocuk kalbinin bu kadar duru olması içimi acıtıyor. Olayları görme şekli, hayata bakışı kaybettiğim ne çok şey olduğunu hatırlatıyor bana. İnsanların, başka insanları sırf farklı oldukları için dikenli tellerin arasına hapsedebileceğini almıyor aklı. Sekiz yaşında bir çocuğu kim niye çalıştırsın ki? Onun kafasında bu çizgili pijamalar, insanların üzerindeki numaralar hep bir oyunun parçası. Ah güzel çocuk! Senin ve Shumel’nun yüzünde gördüğüm o anlamayışı, anlayamayışı ve hatta reddedişi hiç unutmamayı diliyorum. Ve tellere çarpıp kırılan tebessümlerinizi, çocukluğunuzu, sorumsuzluğunuzu.tumblr_mqrw8qzH7w1s8sd4io1_1280

Hikayenin bir de Elsa kısmı var ki anlatması epeyce güç. Onun için ilk sarsılma, toplama kampını görmesiyle başlıyor. Acının, görebileceği kadar yakınında olduğunu fark etmesiyle. Çünkü ilk defa gördü. Gördü bir defa. Nasıl görmemiş gibi davranabilir? Elsa’nın ve pek çoğumuzun sorunu şu ki; yalnızca gördüğümüz acılara iman ediyoruz. Eğer bakmazsak, eğer gözlerimizle şahit olmazsak, sorumluluk üzerimizden kalkacak sanıyoruz. Sanki biz bakmadığımızda kimse acı çekmeyecek gibi kafamızı öteki tarafa çeviriyoruz. Kocasıyla gurur duyması gereken bir asker karısı ve bütün bu olanları sorgulaması gereken merhametli bir kadın. Kadınlar daima en ağır yükü çekiyor gibiler.

Film bittiğinde ağlıyor değildim. Zira Bruno’ya haksızlık etmek istemedim. Shumel ile beraber kampta dolaşırken bir an için gözlerindeki kederi gördüm. Sanırım geri dönüşü olmayan yere çoktan varmıştı.

Elbette bütün bunlar bir zanlar manzumesiydi. Sonuncusu için izninizi rica edeceğim: Zannederim, dünya, çocukların aklının almadığı şeyleri yapan ve üstelik bunlarla övünen yetişkinlerle dolduğundan beri bunca yaşanmaz hale geldi.

msced___day_6_by_anzelmute-d4z9bz5

II. Dünya Savaşı deyince önce destur sonra Nazi Almanya’sı diyeceksiniz. Toplama kampı filan, olağan şeyler bunlar. Ama sana göre, bana göre. Bruno’ya göre değil işte. Olağan durumları alt üst etmeye diye gelmiş bu adam dünyaya. Huzurlu zamanları boğan sorular sormak hobisi adamın.

Ya Hu diyorum ki; yetişkinlerin dilinden çokça dinlediğiniz bir dönemi çocukların gözüyle görmek istemez misiniz?

Buyurun o zaman Mark Herman’ın 2008 yapımı Çizgili Pijamalı Çocuk filmine.

 

Standart
izler-yazar

Vermeer’i Anlamak

 

İnsanın, kendisini gerçekten anlayan bir insana sahip olması çok değerli bir şey. Böyle biri bir sanatçı için hazine kadar değerli olmalı.

Vermeer’i kimse anlamamıştı. Gerçi resimleri takdir görüyordu. Peki ne olarak? Para! Bir kadın ve altı çocuk için dünyanın en somut şeyi. Fakat bir ressam için asla sanatının karşılığı değil. Adam resim yapmaktan keyif alıyordu. Bütün o süreç, onun için keyifti. Sonunda eline geçecek paradan daha mühim. Kadınınsa bunu anlamasına imkan yoktu. Kadın bunun okuma-yazma gibi sonradan öğrenildiğini, öğrenilebileceğini sanıyordu. Kitaplarda yazmayan, okullarda okutulmayan, doğuştan gelen içgüdüsel bir şey olduğunu anlamaktan son derece uzaktı yazık ki.

Bir yanda sanatımı iş olarak gören ve işimi de küçümseyen bir kadın; diğer yanda içimdeki heyecana ortak olan ve sanatımı hayranlığıyla takdir eden başka bir kadın. Açık söyleyeyim, ben olsam ben de ikinci kadını seçerdim.

resolve

 

Griet, Vermeer’in ruh eşiydi. Onu anlamak için gayret sarfetmesi gerekmedi hiç. (Aaa, tabii, neden hep kadınların erkekleri anlaması gerektiği konusu benim de zihnimi işgal etmiyor değil. Fakat şu anda yerim biraz dar.) Öyle sessiz öyle güzel anlaşıyorlardı ki! Yalnızlıklarında birbirlerine arkadaş olmuşlardı. Galiba beni en çok kıskandıran bu olmuştu.

 

 

Girl-with-a-Pearl-Earring-scarlett-johansson-28599901-1280-717Sanatın olduğu yahut kadın ve erkeğin bir arada bulunduğu yerde tutku da vardır. Üçü bir aradaysa, haddinden fazla. Kabaran ama patlamayan, bu yüzden de hiç sönmeyen bir tutku vardı bu hikayede.Ve nihayetinde bir çift inci küpe olup Griet’in avuçlarında kalacaktı. Hep bir keder işte!

 

Uzaktan aşkın cazibesine kapılmak çok kolay. Yaşanmalıydı, evet. Ama bazen olmuyor. Hiçbir türlü çare bulunmuyor. Orta yerde bütün imkansızlığıyla serpilip güzelleşiyor aşk. O yüzden bu hikayenin talihsizi Griet ya da Vermeer değildi asla003GPE_Essie_Davis_002. Onlar aşkın nimetine de külfetine de ortaktılar.

Vermeer’in gözleri önünde kifayetsiz kalıp tükenen karısı ve kızı ise, bu hikayede talihsizliği paylaştılar.
Bense en çok o kadına ve o kıza benzediğim hâlde, Griet’e öfke değil, hayranlık duydum her sahnede.Kızın küpesi değil, ruhu incidenmiş demekten kendimi alamadım.

45323.jpg-r_640_600-b_1_D6D6D6-f_jpg-q_x-xxyxx

İnci Küpeli Kız, tabir yerindeyse ünü ustasını aşmış bir eser. Hollandalı ressam Johannes Vermeer’in tarih atmadan “IVMeer” şeklinde imzaladığı tabloya dair çeşitli rivayetler var. Tracy Chevalier bu rivayetlerden birinden koca bir hikaye çıkarınca, Peter Webber bunu beyaz perdeye aktarmayı ihmal etmemiş. 2003 yılı ABD yapımı filmin adı, İnci Küpeli Kız olarak dilimize bire bir çevrilmiş. Velhasıl, bir çift inci küpeden bütün bir aşk hikayesi nasıl çıkarmış, izleyin ve görün.

 

 

 

Standart
izler-yazar

Hastasıyım Temizliğin

takıntı-300x165

Trt Belgesel’de yayınlanan Temizlik Hastaları* programını izliyorum denk geldikçe. Bir grup OKB’li gönüllü bir nevi hayır işi yapıyor. Resmen takıntılarını faydalı bir şeye dönüştürüyor insanlar. Çoğunluğu istifçi diye tabir edilen, bizim buralarda evini pislik götürüyor diye palas pandıras tarif edebileceğimiz insanlara evlerini toplayıp temizlemelerinde yardım ediyorlar. Tabii yardım talep edenlere.

OKB nedir diyebilirsiniz.

Türkiye Psikiyatri Derneği Anksiyete Bozuklukları Bilimsel Çalışma Birimi** OKB yani obsesif kompulsif bozukluğu şöyle açıklamış:

“ OKB, obsesyon adı verilen takıntılı düşünce, fikir ve dürtüler ile kompulsiyon adı verilen yineleyici davranışlar ve zihinsel eylemlerden oluşan bir ruhsal hastalıktır.

Obsesyon; kişinin zihnine girmesine engel olamadığı, zihninden uzaklaştıramadığı düşünce, fikir ve dürtülerdir. Kişinin isteği dışında gelirler, kişi tarafından mantıkdışı olarak değerlendirilirler ve yoğun sıkıntı ve huzursuzluğa yani anksiyeteye neden olurlar.

Kompulsiyon; obsesyonların neden olduğu yoğun sıkıntı ve huzursuzluğu azaltmak ya da ortadan kaldırmak üzere yapılan yineleyici davranış ve zihinsel eylemlerdir. ”

OKB nedir, nasıl bir şeydir ilk ne zaman öğrendim hatırlamıyorum. Ama öğrendiğimde kendime şöyle bir bakıp irkilmiştim. Aslında ben obsesif sayılmam. Pek sayılmam. (Tamam, el yıkama işini abartıyor olabilirim. Evin düzeni konusunda biraz hassasım da.) Fakat eğilim gösteriyorum. Net. 🙂

İstifçilik ise tıp literatürüne geçmiş bir hastalık.

“Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir araştırmaya göre yaklaşık bir milyon kişide hafif veya ağır belirtilerle bu hastalık görülüyor. İngilizce com-pulsive hoarding’ de denilen bu hastalık işe yarar veya yaramaz her türlü eşyayı biriktirmekle başlıyor. ‘Aman atmayalım bir gün lazım olur’ diyerek başlayan bu rahatsızlık, zamanla sokak hayvanı besleyen ve ufak çöp dağlarının bulunduğu evlere dönüşüyor.”***

Temizlik takıntımı çok iyi bilen annem için benim böyle programlar izlemem son derece sakıncalı. Beni daha da beter yapacağı konusunda endişeleri var ve ben bunların farkındayım. Ama aslında durum hiç de zannettiği gibi değil.

Program, kendimden ve dağınık gördüğüm yeri toplama takıntımdan tırstığım zamanlarda bana çok iyi geliyor diyebilirim. Klasik “Benden kötüleri hatta çok çok daha kötüleri varmış” rahatlığı işte. İçinde eşyalar yüzünden hareket edecek yer kalmamış, yıllardır doğru düzgün temizlenmemiş evlere ilk girdiklerinde ev sahibinin yanında aşırı tepki vermemek için ciddi gayret gösteriyor, bizimkiler. Zira dışarıda, yalnız kaldıkları anda kameraya dönüp o zamana dek gördükleri en berbat şeyi tarif etmeye çalıştıklarını gözlerinden anlıyorsunuz.  Onlar için sinir bozucu, farkındayım, fakat benim için eğlenceli oluyor oturduğum yerden o hâllerini izlemek. Hele yıllarca biriktirdiği eşyaları bir türlü atmak istemeyen ev sahipleri ile tartışmaları yok mu! (Aslında bazen ev sahiplerine hak veriyorum. Çünkü bu OKB’liler dağınıklığı görünce çıldırıyorlar ve ellerine geçen her şeyi atmak istiyorlar!! )

Programda gönüllü olarak yer alan OKB’lilerin arasında öyle ciddi vakalar var ki,  sık sık, Allah bu insanların yardımcısı olsun demekten kendimi alamıyorum. İçlerinden bir kadın, yıllardır dışarıda bir şey içmemiş, kuaföre gitmemiş. Onu, sınırlarını biraz olsun genişletebilsin diye bir bara götürdüler. Bardağını iyice inceledikten sonra birkaç yudum bir şey içebildi.  Aynı kadının halka açık bir havuza dehşetle baktığını görmüştüm (Havuz konusunda haklı olabilir). Bir başkası, günde iki şişe çamaşır suyu bitiriyormuş!! Her sabah beşte kalkıp toz almaya başlayan bile vardı!!! Ama kadın bunu ailesiyle geçireceği vakitten çalmamak için yaptığını söylediğinde takdir ettim doğrusu. Kadın takıntısıyla yaşamayı gerçekten öğrenmiş.

Ekibimiz, kimi zaman ellerinde ölçüm cihazıyla halka açık yerleri ziyaret ediyorlar. İnsanların sürekli dokunduğu bir post cihazının üzerinde, bir ayakkabı mağazasında kim bilir kaç kişinin giyip çıkardığı bir ayakkabının içinde ya da bir barda içki içtikleri bir bardağın ağız kısmında ne kadar mikrop olduğunu ölçüp iyice çileden çıkıyorlar. Bilemiyorum. Bence her şeyi bilmek insanı gereğinden fazla yıpratan bir durum. Yani ben olsam yapmazdım.

Peki, insanı haline şükrettirmesi dışında nedir bu programı izlenesi kılan? Mesela beni çok acayip heyecanlandırıyor. Şevke geliyorum. Yaşadığım evi baştan ayağa temizlemek, bütün o çer çöpten arındırmak istiyorum. İstifçi bizim için biraz ağır kaçar, biz ailecek atmayıp da saklayanlardanız. Ve bu huyumuz bir süre sonra evin içinde sürüyle gereksiz şeyin birikmesine sebep oldu. Önceden de rahatsız oluyordum ama ekranda o temizlik hastası çılgınların evlerden koli koli fazlalık attığını gördükçe rahatsızlığım ayyuka çıktı.  Baktım, ben de bir mutlu oluyorum rahatlıyorum. Öyleyse neden olmasın dedim kendi kendime. Başlangıç için, ilk deneme için, test sürüşü için bizim ev ideal. Daha iyisini mi bulacağım dedim. İnanır mısınız, karar vermemle toplamda elde edebileceğim maksimum rahatlığın %70’ine ulaşmam bir oldu. Ama hâlâ %70’teyim. Henüz %100’e ulaşamadım. :)))

 

Ayrıntılı bilgi için

*http://www.trt.net.tr/televizyon/detay.aspx?pid=41938

**http://www.psikiyatri.org.tr/pagepublic.aspx?menu=23

***http://www.e-psikiyatri.com/at-gitsin-allah-askina-43058

 

Standart
izler-yazar

Truman’ın İzinde

MPW-12775 Truman, Truman Show filminin ana karakteri. Adamı alıp hayatını komple film yapmışlar. Doğumundan itibaren yaşadıkları, tanıdıkları, aşkları… hepsi tamamen kurgu. Düşünsenize bir defa, annesi babası bile birer oyuncu! Bütün o sanal dünyanın içinde tek gerçek Truman’ın kendisi. Meryl’ın da dediği gibi bütün o profesyonellerin içinde tek amatör.

İnsan bir yalan sarmalının içinde olduğunu kendi kendine fark edebilir mi, bilmiyorum. Herhalde dışarıdan biri dürtmeden bunu başarmak çok zor olurdu. Truman’ı ayıltan, gerçekten sevdiği tek kadın oldu: Lauren ya da gerçek adıyla Sylvia! Truman’ın moda dergilerinde gördüğü kadın yüzlerinden saç, göz, dudak, burun, kaş kesip bunları bir araya getirerek onun bir resmini çıkarmaya çalıştığını unutamıyorum.the-truman-show Bir vakitler, Truman için kurgulanan hayatın bir parçası olan bu kadın, sadece rol yaptığını unutup Truman’a gerçekten aşık olunca senaryo dışı kalmıştı. -Malum, şov dünyasında böyle amatörlere yer yoktur!-

Bir gün kadın, her nasılsa, binlerce kamerayla izlenen bu film platosuna girip Truman’a ulaşmayı başardı. Ona dümdüz “Yaşadığın her şey yalan, bütün bu gördüklerin birer dekor; hatta şu güneş bile!” dedi. Truman’ın ne kadar sarsılmış olabileceğini hayal edersiniz. Onun yerinde olsam, o kadını susturur ve ona bir deli olduğunu söylerdim. İnsanın bütün hayatının bir yalan olduğunu kabul etmesi hiç de kolay olmasa gerek. En azından ben yapamazdım. Ama Truman’ın çocuksu bir ruhu vardı. Önyargılara kapılmıyor, başkalarının sınırlarına iman etmiyordu. Kadının söylediklerinin doğru olması ihtimaline karşın o ândan itibaren etrafındaki her şeyi dikkatle incelemeye başladı. Böylece tıkırında giden senaryo fireler vermeye başladı. Tekrarlayan sahneler, reklam kokan laflar, eksik kareler Truman’ın gözüne takılıyordu zira. Sınırları aşmasına hiçbir şekilde müsaade edilmeyişi de.

Milyonlarca insanın sizi izlediğini düşünün. Sizin hayatınız onların ipoteği altında. Onları mutlu etmek için yaşıyorsunuz aslında. Üzüntünüz de mutluluğunuz da onlar için, siz bunu bilmeseniz de. Truman büyük oranda bir kurgunun içinde olduğunu çok geçmeden anladı. Fakat bu kadarını tahmin edebilmesi çok güçtü. Herkesten kaçıp sığındığı çocukluk arkadaşı, yıllar sonra ortaya çıkan biricik babası da bu yalana dahildi. En kötüsü de bu olmalı. Tutunacak tek bir gerçeğin bile olmaması. Truman arkadaşına derdini anlatıyor, kalbini açıyor. Arkadaşı ise ona rol kesiyor! Suflörün söyledikleri ona iletiyor sadece! Ne bayağı!!!

Filme yukarıdan bir bakış atmak için, senaristin/ yapımcının söylediklerine dikkat kesilmek yeterli. Birinin hayatını çalmanın, birini bir yalana mahkum etmenin nasıl bir özrü olabilir dediğiniz anda o son derece kendinden emin tavırla karşılaşıyorsunuz. Alabildiğine pişkinlik değilse katıksız bir özgüven ve inanç! “İstediği an dışarı çıkabilir.” “Eğer gerçekten gitmek isterse onu burada tutamayız zaten.” “Biz onu dış dünyanın tehlikelerinden koruyoruz, ona burada güvenli bir hayat sunuyoruz.” Oysa ortada Truman’ın kendi iradesiyle vermiş olduğu bir karar yahut yapmış olduğu bir tercih yok! Yani aslında tüm bu argümanların en ufak bir haklı tarafı yok! Fakat ne hoş laflar, öyle değil mi?!!

Otuz yıl boyunca milyonlar tarafından uyutulan Truman bir gece milyonları uyutup kaçmaya karar verdiğinde senaristin üstten üstten yuvarladığı onca lafın gerçekliğini test etme imkanımız oldu. Truman bütün hayatı gibi sanal olan deniz korkusunu yenip ufka kadar yüzdüğünde koca bir hayalkırıklığı ile -yani koca bir dekorla- yüzleşmek zorunda kaldı. Ama zaten buna hazır sayılırdı. Acı soruyu sordu: Her şey mi yalandı? Daha acı cevabı aldı: Sen hariç her şey. Gerçekten dışarı çıkmak istiyor musun diye soran senariste kapıyı açıp seti terk ederek cevap vermiş oldu. Truman’ın kendi adına aldığı ilk karara milyonlarca insan şahitlik etmiş oluyordu böylece. Ve senarist de benim nazarımda kendini ufak bir parça aklamış.truman_show_poster_by_stratosphereman-d63878g

Bana sorsanız, Truman’ın bunu yapabileceğini zannetmediğimi söylerdim. İnsanın koca bir yalandan ibaret de olsa bütün hayatını geçirdiği bir yeri terk etmesi büyük cesaret ister. Küçük bir yer, dünyaya kıyasla. Belki sıkıcı. Ama güvenli. Bazen, her şeye rağmen, bu tek başına yeterli gelmez mi? Bilmediği, tanımadığı bir dünyadan korkarak yaşar birçok insan. Yeni şeylere alışmakta güçlük çeker. Ben mesela sırf bu korku yüzünden kıpırdayamıyorum Manavgat’tan az öteye bile. Hayatım yalan değil belki ama bütünüyle gerçek de sayılmaz. Annem ve babam bana gerçeğin yalnızca bir kısmını veriyor ve buna razı olmamı istiyorlar. Tıpkı şu senarist gibi, beni dışarıdaki dünyadan korudukları gerekçesiyle sınırların içine hapsediyorlar. En ufak bir suçluluk hissetmeden bana sınırlar çiziyor ve benim adıma kararlar veriyorlar. Sınır ihlali girişimlerim artarak çoğalsa da henüz Truman gibi gerçek bir netice alamadım. Sanırım Truman’ın talihi hala bir çocuk olmasıydı. Hala masallara, yeni bir hayata, ikinci bir şansa inanıyordu. Bense turfanda meyve gibiyim. Az zamanda haddinden fazla büyüdüm. Çok çok evvel masaldan kesildim.

08c62e6167988dcb21bf5d14b06c3765

 

Peter Weir’ın yönettiği 1998 yapımı filmde, Jim Carrey kelimenin tam anlamıyla hayatı film olmuş Truman’ı canlandırmaktadır.

Film, 71. Oscar ödüllerinde En İyi Yönetmen, En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu ve En İyi Özgün Senaryo dallarında Oscar’a aday gösterilmiş ama hiçbirinde ödülü kazanamamış.

Standart
dinler-yazar, okur-yazar

Ağlayan Kadın

Her şey bir şarkıyla başladı. Gerçekten öyle mi? Emin olamazsın, kimse emin olamaz.

Başlangıçlar, ilk kıvılcım, ilk hareket sırra sarılıdır hep. Çünkü tanrısaldır. Hele de olay yeri ruhsa. Ruh öyledir. Bilirsiniz, usulca yanar; kişiler, olaylar, nesneler, duygular usul usul beslerler ateşi ve asla ama asla önceden kestirilemeyecek bir noktada ateş, önlenemez bir yangına dönüşür. Ben de emin olamıyorum; ille kesin bir şey söylenecekse, her şeyi başlattığını söylemeye cesaret edemediğim bu şarkının yanıcı olduğunu söyleyebilirim. Ruhta yanıcı.*

-Chavela Vargas’ın “La Llorona” yorumundan ilhamla yazıldı. Yine o dinlenerek okunması şiddetle tavsiye olunur. **

*Cins Dergi’nin ilk sayısında yer alan

Ağlayan Kadın isimli hikayeden küçük bir kısım.

**Yazar Aykut Ertuğrul’un özel notu.

Standart
yazar yazar!

Leyla Değil

Benim adım ne? Doğduğumda bir isim koymuşlar.  Herkes için bir isim. Herkes beni öyle bilsin diye. Ama benim adım ne?

Ben çocuktum. Sonra büyüyüverdim. Yok. Öyle değil. Birden olmadı. Çocuktum ve aşık olmuştum. Kendi ismimi bile unutmuştum.  Ama bir ismim vardı. Eksik parçam gibi buldum, sarıldım ben ona. Miras mıydı yoksa alınteri mi? Çok zaman geçti üstünden. Sadece.. pervaneye benziyordu ruhum. Kimseciklere görünmüyordum.

Gittiğim yerden kovulmuşumdur genelde  ruh düzeyinde. Gerçi öylesi misafiri ben de sevmem. Ama bana sorulmadı. Maşuk oluverdim bir gün. Zalim oluverdim aynı gün. Ve hain ve sefil ve bir hiç. Hiç mi? Bir ismim vardı benim. Hiç değildim. Kimse hiç değildir. Bir ismim vardı. Yeni bir tane. Yani olması gerekiyordu. Olması gerekiyordu! Ne peki? Benim adım ne?

Bir şey bağışlanmadı bana. Ben kendim kazandım. Benim bir adım var. Bir kadına verilmiş şeref madalyası gibi değil Leyla. Kimse birşey ihsan etmedi bana. İkram değil Leyla. Acı. Zifiri acı. Aşk kuyusunun dibinde sancı. İçimde uhde Leyla. İçimde asırlık bir yabancı. Geldi, bende kaldı ama şöyle bir defa gönlüme bakmadı. Çünkü bu benim içim var ya içim, kör olası, avuçlarına bırakılan aşkı tutamadı.

Benim bir adım var.

Var mı sahi?

Belki.

Ama Leyla değil.

Aman ha! Leyla değil!

Van Gogh ormandaki kız

Van Gogh, Ormandaki Kız

Standart
yazar yazar!

Avason’da Mesela

Avason’dan bir Jane Austen çıkmamış olabilir. Ama çok zorlarsak ben de iş görürüm bence.

20151107_145914

Senenin bu vakti ne kadar güzelmiş!

Güneş, bildiğim güneş. Hava artık serin. Pencereleri açıp bütün havayı içine çekesi geliyor insanın. Şehirde, binaların arasında, bir küçük çerçevelik gökyüzüne bile bin kere minnet etmişim. Köyde dört cephe boydan boya yeşil. Kafamın üstü bütün mavi. Allah’ım! Piyango piyango!

Yere basıyorum. Adım attıkça, ayağımın altında dallar çıtırdıyor. Yani teknik olarak ayakkabımın. Güneş yüzümü gölgeliyor. Kuşlar, böcekler tatlı tatlı giriyorlar mevzuya kâh si’den kâh mi’den. Kokluyorum. Çam kokuyor. Çok sevdiğim. Yaşadığıma şükrediyorum.

Avason’u meşhur etmek gibi düşüncelerim yok, aslını sorarsan. Jane, o ormanda bir gün Tom’la karşılaştı ya hani; benzeri bir şey hayal ediyor olabilirim mesela. Mesela yani.

Standart
yazar yazar!

Sırası Gelmeyen Meseleler Ülkesi

İnsan, uzun zaman sonra dışarı çıkınca vitrinlere filan bakar herhâlde. Ama, vitrinler, benim için asla yeteri kadar çekici olmamıştır. Bilhassa o insan kalabalığının içinde.

Bugün, günler sonra, ırmağı aşıp karşı yakaya geçtim. Köprüde yürürken, her nasılsa, yaya trafiğinin soldan aktığını fark ettim. Biz ne ara bu kadar İngilizleştik diye düşündüm. Hayır yani, bizim buraya öyle İngiliz turist gelmezdi ki pek! Sonra, neyse dedim. Demek ki, herkesin üstüne üstüne gelmesi senin yanlış yöne gittiğini göstermez her zaman için. Demek ki, bazen ‘herkes’ de yanılabilir. Rahatladım mı? Yok, hayır. Herkese rağmen, ısrarla sağdan yürüdüm desem; o da yalan olur. Yürüdüm gittim. Bir sağ bir sol. Akışına bıraktım. Hiçbir zaman ısrarlı ve tutarlı bir insan olamadım ki zaten.

Hava acayip sıcaktı, epeydir olduğu gibi. Akşam üzeri dönerken bile yaprak kımıldamıyordu. Fakat bir ara kulak misafiri oldum. Sokak arasındaki dönercide insanlar ‘Hava da, çok sıcak bu ara.. Yaa yaa!!’ geyiğini aşıp siyasete getirebilmişlerdi muhabbeti. Açıkçası takdir ettim. O sıcakta, dışarda, yemek masasında ülke gündemi, ekstra hararet demekti. Bünyeye zarardı bayâ.

Eve yaklaşırken birkaç minik isyankârla karşılaştım. İsyankâr oldukları kadar tatlıydılar da. Sokaktan gelen geçene gülücükler dağıtıyorlar; analarına babalarına tafra satıyorlardı. Artık nesilleri takip edemiyordum. En küçük kardeşim de yeterince büyüdükten sonra çocuklarla uzun süreli ilişkiler kurmam gerekmemişti hiç. Şimdikiler ne yer, ne içer, ne sever, ne ister; hiç bilmiyordum. Sokaktan geçen abla olmak kolaydı, hiçbir mesuliyeti yoktu neticede. Ama bir gün tafrayı yiyen anne olduğumda n’apıcaktım??

Nihayet eve vardığımda, ana haber bültenleri şehit haberlerini veriyordu yine. Gelirken düşündüğüm her şeyi bir kenara bıraktım. Şimdi sırası değil Fatma Nur, dedim kendi kendime. Şimdi sırası değil. Alışıktım zaten bu duruma. Kendimi bildim bileli hiç sırası gelmiyordu bu meselelerin. Belki de hiç gelmeyecekti. Bir ân önce kabullensem iyi olurdu galiba.

Standart
yazar yazar!

Coğrafya Karakterdir

Coğrafya kaderdir, demiş İbni Haldun. Ama bugün ben, kafası atmış bir ev kızından ziyâde, canı yanmış bir Ortadoğuluyum. O yüzden, nazire yapmak için gecenin ıssızlığına pustuğum böylesi bir vakitte  hiç de keyif almayarak şöyle diyorum: Coğrafya karakterdir, hanımlar ve beyler!

Çünkü ilk defa bugün sordum kendime: Acaba böyle bir coğrafyada doğup büyümemiş olsaydım yahut yaşadığım coğrafyanın bu kadar bilincinde olmasaydım; yine de bunca telaşlı bunca huzursuz bir insan olur muydum?

Bazen gezi programlarında gördüğüm o uzak Kuzey Avrupa ülkelerine bir hasretle bakarım. Beni kendisine çeken o sükûnettir, o ağır kanlı hayat. Burada her sabah başka bir acıya uyanmak ihtimalinin, beni artık iyiden iyiye yorduğu, sinirlerimi yıprattığı zamanlarda, uzaklar bulanıklaştıkça güzelleşiyor. Fakat nasıl bir memleketse, acısı bile sıla; öyle kolay terk edilmiyor!

Benimki ‘ne yârdan ne serden’ hesabı. Ve ayıptır söylemesi, hem kalırım hem ağlarım. İçime sinmiş bu huzursuzlukla, zaten bundan sonra nereye gidersem gideyim, iflah olmam. Ben biraz Ortadoğu gibiyim zirâ; ne huzur bulurum ne huzur veririm.

Standart